Bu hafta 2 Nisan günü, Sabahattin Ali’nin 76. ölüm yıldönümüydü. İstanbul’da yaşadığım için yakından takip edemedim ama bildiğim kadarıyla Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü yer olan Kırklareli’nde bu yıl bir anma töreni yapıldı.

Aynı şehirde ömrünü geçirmiş ve Ankara’da 1979 yılında vefat eden 1940 kuşağının tanınan şairi Niyazi Akıncıoğlu için ise doğumunun 105. yılı dolayısıyla hiçbir bir anma etkinliği yapılmadı diye biliyorum.  Kırklareli Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Dr. Ali Kurt, Niyazi Akıncıoğlu için yazdığı kitabını anlattığı bir etkinlikte konuşurken şehirde Niyazi Akıncıoğlu’na dair hiçbir iz bulamamaktan dolayı yaşadığı hayal kırıklığını paylaşmadan geçememişti.

Kaderleri bir şekilde aynı şehirde kesişen bu iki edebiyatçı için bu girişi neden yapıyorum? Sabahattin Ali’nin katledilmesi ile Niyaz Akıncıoğlu ve arkadaşlarına 1953 yılında kurulan kumpasın arasında büyük benzerlikler olduğunu anlatmak istiyorum. Bu yazıda sözünü ettiğim iki değerli insanı saygıyla anarken bu benzerliğin nedenlerini açmaya çalışacağım. Niyazi Akıncıoğlu’nun haksızca suçlanarak yargılandığı davadan üniversite yıllarımda haberdar olmuştum. Hikâyeyi gençlik yıllarımda öğrendiğimde Niyaz abinin meraklı bir genç izleyicisiydim. Şiir yazma hevesinin ötesinde solculuk damarımın da tesiriyle ona yakınlaşmak, sohbetine katılmak, aklımdaki soruları yöneltmek için boyuna fırsat kollardım. Niyazi Akıncıoğlu ile yakınlığımın hakkını vermekte ne kadar başarılı oldum bilmiyorum ama bana aşıladığı özgüveni gençliğimin değerli bir anısı olarak sakladım hep içimde.  

8Bf44B14 4C45 4839 837E 54Ea7880Ad01

Başından geçen olayın hayatında yarattığı olumsuzlukları Ali Kurt’un da dediği gibi asla münzeviliğe sığınarak geçiştirmedi. Başkalarının söylediğinin tersine şiire, tutukluluğu bittikten sonra eskisi kadar sarılmasa da başarılı bir avukat olarak yaşama tutundu, kendini kabul ettirdi, saygı gördü ve şairliği ile hep aranılan sorulan biri oldu.  Okumak kadar topluma önderlik etme isteği kişiliğinin bir özelliğiydi.  Ama yalnızdı. Onu bu yalnızlığa iten taşra koşullarıydı. İstanbul’dan uzaklaşıp hayatını sürdürmek için seçtiği tutkulu olduğu şehir onun için zorluklarla doluydu. İçinde yaşadığı taşradaki sosyal çevrenin değer yargıları, sanata bakışı, insan ilişkileri kadar siyasi hayatın özgürlük ve demokrasi gibi evrensel doğrulardan nasipsiz düzeyi onu hep rahatsız ediyordu. Üniversite yıllarında tanık olduğu Nazi faşizminin yıkıcı, insanlık dışı saldırganlığı ona demokrasi ve özgürlükten yana bir siyasi çizgide durmayı öğretmişti.  Onun avukatlık yapmaya başladığı yıllarda Sabahattin Ali çıkardığı dergiler ve yazdıkları yazıları nedeniyle tek parti iktidarının hışmına uğramış, komünizme inanan bir solcuydu. Yaptığı eleştiriler iktidardakileri rahatsız ediyor, düşmanlaştırma, karalama kampanyasının hedefi haline getiriyordu.

Sabahattin Ali bilindiği gibi sonunda kaçmaktan başka bir çaresi kalmadığını anladığında kendisini takip eden istihbarat ajanlarının eline düştü.  Kırklareli’nin Bulgaristan sınırına yakın Sazara köyünde öldürülmüş olarak bulunduğunda aradan yaklaşık 6 ay geçmiş ve ceset yakınları tarafından zorlukla teşhis edilebilmişti. Cinayeti üstlenen Ali Ertekin polisin adamıydı ve 4 yıl mahkumiyete rağmen aftan yararlanıp serbest bırakılmıştı. Sabahattin Ali cinayeti daha sonraki yıllarda da derin devlet olarak hep devrede olan güçlerce gerçekleştirildi. Öldürüldü, çünkü susturulması gerekiyordu. Belki bu yok ediliş solculara, özgürlük ve demokrasi mücadelesi veren çevrelere gönderilmiş bir mesajdı.

Kırklareli’nin ne yazık ki böyle bir kaderi vardır: Komünist bir devlete sınır komşusu olmak, orada devletin en donanımlı istihbarat ağlarının faaliyette olmasını gerektirir. Şehirde her yeni geleni, sınırdan adam kaçırma olaylarını takip ederler, kullanılacak ajanları tayin ederler, şehirdeki aydınların hareketlerini izlerler v.s. 

Niyazi Akıncıoğlu şehirde dikkati çeken biridir. Ünü İstanbul’da yaygın olan onun gibi birinin küçük bir sınır şehrine gelmesi kapana düşmüş bir kuşun halini andırır. Konuştuğu, yarenlik ettiği kişiler de polisin, istihbaratın izlediği insanlardır zaten. Mesela bir ressam Zeynel İlhan vardır. Öğretmendir. Sonra Avukat olacaktır. Onun gibi şüpheliler sınıfına dahil edilmiştir. Taşrada yaşamış olmak bu tür tecrübelerin eleğinden geçmek sayılır. Yaşadığınız her an polis tarafından izlenir. Okuduğunuz kitap, buluştuğunuz dost, sizi ziyarete gelen yakın arkadaş, okuduğunuz dergi, yazdığınız makale takip altında tutulan “veri” olarak devlet sırları havuzunda saklanır. Tutulan seyir defteri yapılacak uygulamaların planları için kullanılır. Bu işin başında muhakkak o anki iktidarca yerleştirilen bir emniyet müdürü, bir savcı daima bulunur. Onlar gözlerini taşra ortamlarında diğer yerlerdekinden misliyle fazla açmak zorundadırlar. Çünkü taşra ölçeği bir kapan görevi görür. Göze girmek için fırsatları daha kolay kullanma imkanı verir kendilerine. Bu ayrıca bir imaj meselesidir. Korku saçtığınız yerde iktidarın da sembollerini kazanmış olursunuz. Niyazi Akıncıoğlu ve arkadaşlarına kurulan kumpasın arkasındaki elverişli şehir dokusu böyle bir şeydir sonuçta. İktidarla şehir bürokrasisi arasındaki parti üzerinden kurulan köprü merkezdeki birilerince yazılan senaryoyu zorlanmadan uygulama şansı verir.

Şimdi bir de buna o günün siyasi atmosferindeki evrilme halklarını ilave etmemiz lazım resmi daha iyi anlayabilmemiz için: Sabahattin Ali’nin öldürüldüğü tarih 1948 baharıdır. O zamanın Emniyet müdürleri, polisleri, savcısının Niyazi Akıncıoğlu ve arkadaşlarını tutuklaması için aradan beş yılın geçmesi gerekecektir. 26 Mart 1953 sabahı evi polislerce basılır. Dokuz gün sonra da hâkim önüne çıkarılır. Ondan sonra cezaevi günleri başlayacaktır. Bu arada iktidardaki parti değişmiş Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 seçimlerinde demokrasi vaatleri ile yönetimin başına geçmiştir. Unutmadan söyleyeyim: Komünizm propagandası iddiasıyla tutuklandığı sırada Niyazi Akıncıoğlu Demokrat Parti’nin üyesidir, hatta 1952’de partiyi desteklemek için Yayla diye bir dergiyi çıkartma hazırlıkları yapmaktadır. Onu sorgulayan savcı bu derginin tersten okunuşunu bir delil olarak mahkemeye sunar. Tutuklamalar ve açılan davalar Türkiye Hükümetinin batıyla olan siyasi konjonktürüyle paralellik taşır. Türkiye Nato’ya girmiştir. Artık onun Batı’ya karşı Kömünizmle mücadeleci tavrını inandırıcı şekilde göstermesi gerekmektedir. Bunun karşılığında ordusunun daha iyi silahlandırılmasını bekleyecektir. Kore’ye de asker bunun için gönderilmiştir. Yine aynı yıllarda İstanbul’daki meşhur TKP tutuklamaları bunun için yapılmıştır. Niyazi Akıncıoğlu ve arkadaşları İstanbul’da kurulan sahte bir derneğin kurucuları arasında gösterilerek, Köy Enstitülerinin toptan kaldırılması için CHP’nin tek parti rejiminde başlattığı yıkıma son darbenin vurulması sağlanacaktır.

Gördüğünüz gibi komplonun kurucu aktörleri aynıdır, sadece kurbanları farklıdır. Açılan dava yaklaşık iki yıl süren mahkumiyeti de getirecektir. Ancak Niyazi Akıncıoğlu şairliği kadar güçlü bir hukukçudur. Gençliğinde hakim olmak istemiştir ama sıkı bir ceza avukatı olmuştur. General Fevzi Çakmak’ın yeğeni Adnan Çakmak, Savcı Hüseyin Tarhan tarafından uygulanan komployu bozar. Ayarlanmış ajanların ihbarı ve suçlamaları üzerinden kurgulanan iddianameyi müthiş bir savunma ile çürütür ve hem kendisin hem arkadaşlarının beraat etmesini sağlar.

Sabahattin Ali’nin 2 Nisan 1948 yılında öldürülüşü ile bundan 5 yıl sonra Niyazi Akıncıoğlu davasının ortak bir noktada nasıl kesiştiğini görmenizi isterim. Türkiye’de çok partili rejime geçiş olarak bahsedilen bu yıllarda aydınlar, yazarlar üzerindeki baskılar bu sürecin ne kadar sancılı ve tahrip edici olduğunu gösterir. Hala eksiksiz ve tam olarak işleyen bir demokrasiden yoksunsak bunun temellerini o yıllarda aramak lazım. 

Bu iki değerli edebiyatçıyı bu vesileyle saygıyla anıyorum. Yaşamları herkese örnek olsun.