Kırklareli, Osmanlı döneminin son yıllarındaki yıkım sürecini halk ve kültür varlıkları olarak büyük kayıplarla geçirmiş, ağır bedeller ödemiş bir şehirdir.

Osmanlı, Avrupa’da ve Balkanlarda ilerlerken Kırklareli ve çevresi batıya açılan bir eşik kapıydı. Buraları kültürü ve coğrafi zenginliği ile göz dolduran bir dokuya ve toplumsal bir  hayata sahipti. Çok dinli çok kültürlü bir yapı Osmanlı’nın fetih dönemlerinde buradaki insanlara belli bir huzur ve canlılık kazandırmıştı. Ama ne zaman Osmanlı’nın gerileme ve çöküşü başlamış, işte o andan itibaren bu coğrafyanın beraberliği, bütünselliği bozulmuş, insanlar arasında toplumsal siyasal didişmeler başlamıştı. 19. yüzyılın getirdiği bağımsızlaşma ve uluslaşma süreci Osmanlı Yönetimini zorluyordu artık. Devletin örgütlenme biçimi çağın farklı uluslarını bir arada tutacak bir esneklikte ve beceride olmaktan çok uzaktı. Çağın gerisinde kalmıştı Osmanlı Devleti. Her yeni tehdit ve yenilgiden sonra kendini bu değişime karşı dayanıklı kılabilmek uğruna yönetim reformlarına girişti ama bunlar her defasında başka askeri yenilgileri ve ekonomik teslimiyeti önlemeye yetmedi. Ağır borçlanma batı devletlerinin kontrolüne geçmiş bir mali yönetim demekti ve bunun bedeli siyasi otoritenin devletin sonunu hazırlayan kararlar almasına yol açtı. Gerilme dönemi Balkanların tamamen kaybedilmesi olarak sonuçlanırken, 1908 sonrasının reform dönemi de önce Balkan Savaşları sonra da Birinci Dünya Savaşı sonundaki ağır yenilgilerle noktalandı.

İşte bu yüzden bu şehre bütün bu karanlık dönemin acıları sinmiştir. İnsanlar arasında barış bozulmuş, kavga ve yağma başlamış, huzur kalmamıştır. Trakya batısı ve doğrusuyla göç demektir, acılara katlanmak, yıkımlar yaşamak demektir. 

Bugün yaşadığımız kentin belleğinin izini sürmeye başlarken yaşadığımız hayal kırıklığının sebebi bu parçalanmışlıkta aranmalıdır. Bugün Kırklareli’nde eskiye dair ayakta kalabilmiş, yeteri kadar, olması gerektiği gibi korunabilmiş tarihi eserler, binalar, anıt sayılacak değerde yerler fazla kalmamış ise bu yokluğun  sebepleri işte buralarda aranmalıdır. 

Bugün bu şehirde yaşayanlar çoğu bu coğrafya içinde kalan çok uzak olmayan komşu yerlerden göç etmiş büyüklerinin çocukları ve torunları olarak bu topraklarda yaşıyorlar. Onları yetiştirenlerin hatıraları artık onlara ait olmayan  başka ülkelerde, kökleri yukarıda anlattığım yaşanmış acıların gölgesinde kalmış. Sonuçta  şehirdeki hayatların işgal edilerek, el değiştirerek, yabancılaşarak uğradığı yıkımlar, hayal kırıklığı ve küskünlükler insanlarda bir sahiplenme ve koruma eksikliğine yol açmış olmalıdır.

Bu konuda anlatılacak, konuşulacak çok şeyler var. Biraz kasvetli konulara girdiğimin farkındayım ama bunları düşünmeden de peşine düştüğümüz izlerin akıbetini yorumlamak biraz zor. Aradığımız izleri bulurken neleri kaçırdığımızı görüyor ve hayıflanıyor insan. Bilindiği gibi Hapishane Binası bugünlerde restorasyonu tamamlanmış halde olsa da atıl durumda bekletiliyor. Üzücü olan şey şu ki, bu binanın tarihi ve kuruluşu hakkında bilgiler tam bilinmiyor. Bu konuda en doğru bilgi Ali Rıza Dursunkaya‘ya aittir. Onun Kırklareli Vilayeti Tarihi hakkında yazdığı iki ciltlik kitabının 2. cildinden öğrendiğimize göre bu bina Hicri 1307 yılında yapılmıştır. Miladi olarak 1889/1890 yıllarına karşılık geliyor bu. Binanın 125 mahkum alacak kapasitede yapılmış 20 odası var. Hemen kenarından Bağlıca Dere geçiyor. Şimdilerde hala kullanılan Hapishane Çeşmesi daha sonra binanın yanına ekleniyor. Daha ilginci bu hapishane o zamanki Hükümet Konağının karşısında bir yerde biraz güney batısına düşüyor. Hatta yine Ali Rıza Dursunkaya’nın yazdığına göre hükûmet Konağının alt katında bir bölüm bir süre Hapishane olarak da kullanılıyor. Daha bitmedi, hapishanenin kuzeyinde yine Hükümet Konağının karşısındaki bir mevkide Jandarma Tabur Komutanlığı binası var. Yazımda paylaştığım fotoğrafta Jandarma Komutanlığı binasının zarafeti fark ediliyor. Elbette içlerinde en ihtişamlı olanı Hükümet Konağı. Onun hikayesini yeni yapılan şimdiki Hükümet Binası ile birlikte başka bir yazıda anlatırım. Onun yapıldığı tarih tahminen 1886 sonrasına tekabül ediyor. Çünkü o yılda aynı yerdeki konak yıktırılıyor ve binanın inşaatı başlıyor. Hükümet Konağı belki biliyorsunuz 1921 yılında Yunan işgali sırasında askeri karargah olarak kullanılıyor ve bir yangın sonucu tamamen yıkılıyor. Bu binanın karşısında 1891 yıllında yapılan jandarma komutanlığı olarak yapılan bina 60 yılı bulan bir süre hizmet verdikten sonra yıkılıyor ve izleri tamamen siliniyor. Aynı şekilde komutanlık yakınındaki bir arsada yapılan ahır ve depo binalarına ait hiçbir iz kalmamış bu gün. Ama bir tane ayakta kalan bina var ki onun fotoğrafını araştırmacı Barış Toptaş’ın kitabında buldum. Yanan Hükümet Konağının evraklarını saklanması için yapılmış tuğla bir bina bu ve şaşılacak bir şey, hala yıkılmamış, ayakta! Kırklareli’ne gittiğimde Hükümet Konağı’ndan kalan tek hatıraya bir otoparkın yanında, gözlerimle görmüştüm.

Yazımın sonuna gelirken ilginç bir bilgiyi de paylaşayım izninizle: aynı bölgede, jandarma komutanlığı bahçesinde İsmet İnönü heykelinin olduğunu biliyor muydunuz? Jandarma Tabur Komutanı Remzi Ergün zamanında 19 Mayıs 1942 tarihinde komutanlık bahçesine o zaman Milli Şef olarak kabul edilen İsmet İnönü’nün bronz heykeli törenle konur. Törende vali, komutan ve subaylar, halk temsilcileriyle bir arada bulunurlar. Kırklareli’nde hatta Trakya’da İnönü’ye ait tek anıt budur. Bu anıtı iki yıl süren bir arayış sonunda şimdiki yeni adliye binasının deposunda buldum. Belediye Başkanlığı’na haber vererek oradan çıkarılmasını sağladım. Büst şu anda bildiğim kadarıyla hala Kırklareli Belediyesi tarafından korunuyor. Umarım bir gün kamusal bir alan veya mekanda toplumla buluşur.