Son olarak geçen yıl “Yabancı Dilde En İyi Film Oscar”ını kazanan Ryūsuke Hamaguchi imzalı Drive My Car filmini izledim. Haruki Murakami’nin bir hikâyesinden sinemaya uyarlanan filmde yönetmen Yusuke Kafuku bir yandan kaybettiği eşinin yasını tutuyor bir yandan da Çehov’un Vanya Dayı oyununu Hiroşima’da sahneye koymaya çalışıyor.
Eşi ile mutlu ve bir o kadar da sorunlu olan Tiyatro Yönetmeni Yusuke Kafuku özellikle eski kırmızı arabasına olan düşkünlüğü ve arabanın içerisinde tekrarladığı repliklerle ön planda. Bir gün evine geldiğinde karısını kaybetmesi ile birlikte eskiden halının altına süpürdüğü problemleri ile yüzleşmeye başlıyor. Kaybettiği eşinin yasını tutan Kafuku, Çehov’un Vanya Dayı oyununu sahneye koymak üzere Hiroşima’da bir festivale çağrılıyor. Festival kendisine 20 yaşında bir kadın şoför tahsis ediyor. Kafuku, hiç beklemediği bir şekilde, gizemli şoförüyle yalnızlık, kayıplar ve yasla bezeli, sırların karşılıklı olarak açıklandığı bir dizi yolculuğa çıkıyor.
Bu yolculukta sanatın ve hayatın çok güzel bir birlikteliğini görüyoruz. Film aslında bireylerin kendini bulma ve tanıma sürecine çok iyi bir şekilde değiniyor. Her karakterin kendine has bir geçmişi var. Bu geçmiş ve şimdiki zaman eşliğinde film boyunca kendilerini yeniden tanımlıyorlar. Özellikle yönetmen ve şoförünün benzer olaylar yaşamış olmaları ve bu olaylara birlikte göğüs germeye çalışmaları izleyici de derin bir bağlılık duygusu oluşturuyor.
Drive My Car sahip olduğu atmosfer, başarılı senaryosu, etkileyici karakterleri, sanat ve hayatın birleştirici gücü ile seyircide derin izler bırakıyor.
Yazımı filmdeki karakterlerden biri olan Koji Takatsuki’nin söylediği güzel bir sözle noktalıyorum. “Birini gerçekten tanımak için tek seçenek kendimize hakkıyla bakabilmekten geçer.”