Patricia Highsmith’in aynı adlı suç romanından uyarlanan Ripley; muhteşem atmosferi, sunduğu hikaye ve sinematografisi ile bir başyapıt konumunda.
Matt Damon ve Jude Law’ın başrollerinde oynadığı 1999 yapımı filmi izleyenler bilir. “Ripley” bir adamın yerine geçme hikayesi. İtalya’da yaşayan oğlunu ABD’ye geri getirmek için eski arkadaşını sahaya süren baba ve sonrasında gelişen olaylar silsilesi.
Özetle Tom Ripley; hırslı, kurnaz ve bir o kadar da psikopat. Hikaye boyunca sinsi bir şekilde yaptığı hamlelerle kendini büyülü bir dünya içerisinde buluyor ve o dünyayı korumak için ‘Her yol mübahtır’ anlayışı ile yaşamına yön veriyor.
Son dönemlerde izlediğim en iyi dizilerden biri olan Ripley; The Irishman, Schindler'in Listesi (Schindler's List) ve Ejderha Dövmeli Kız'ın (The Girl with the Dragon Tattoo) senaristi olarak tanınan Steven Zaillian tarafından yazıp yönetildi. Dizinin görüntü yönetmenliğini ise There Will Be Blood ile Oscar kazanan Robert Elswit üstleniyor.
Oyunculuğun Zirvesi
Hikayesi ile öne çıkan bu diziyi oyunculuğun zirvesi olarak tanımlayabilirim. Tom Ripley karakterine hayat veren Andrew Scoot olağanüstü bir performansı ortaya koymuş. Adeta bir “Dexter Morgan” sakinliği ile olayları çözen karakterin öyle bir yüzü ve insanı hayranlık seviyesine getirecek duruşu var ki. Naçizane fikrim dizi boyunca rol yapmasına gerek yoktu. Sadece kameraya bakması bile yeterliydi.
Sinematografik Açıdan Bir Başyapıt
Ben dahil birçok kişi yüksek ihtimal bu hikayeyi Anthony Minghella'nın 1999 tarihli beyazperde uyarlaması olan Yetenekli Bay Ripley’den biliyor. Bu doğrultuda diziyi izlerken çoğu zaman filmle karşılaştırma ihtiyacı hissettim.
Dizi Seyircilere Görsel Şölen Sunuyor
Dizi, filmin aksine 1955 tarihli romana oldukça sadık. Dizi sinematografik açıdan bir başyapıt. Siyah beyaz olarak çekilen bu yapım, görüntü yönetmeni Robert Elswit’ın harikulade performansı ve sunduğu görsel şölenle filmden bu yönde keskin bir çizgi ile ayrılıyor.
Film biraz daha eğlenceli ve romantikti ancak dizi daha ciddi ve daha sert. İlk iki bölüm ne kadar ağırsa kalan kısım da o kadar hızlı ve sürükleyici. Özellikle 5. bölüm. Sadece ‘saygı’ kelimesini bu kısım için bırakıyorum.
Hikayenin gidişatı benzer şekilde ilerlese de tempo ve serüven ayrı yollara evriliyor. Özellikle ana noktaları oluşturan sahneler aynı ancak içerikleri farklı. Nedeni ise Yönetmen Zaillian’ın 1955 tarihli kitabı temel alması.
Özellikle hikayenin dönüm noktasını oluşturan tekne sahneleri. Dizideki bu sahne filme göre daha planlı ve daha tehditkardı. Burada hikaye baştan sona kusursuzdu ve oldukça sürükleyiciydi. Filmdeki kısımdan bu yönde ayrıldı.
Film ve dizideki iki karakter de psikolojik sorunları olan ve bu sorunlarla hikayeye yön veren kişiler. Ancak dizide bunu çok ama çok keskin bir şekilde görüyoruz. Yönetmenin Andrew Scott’a biçtiği rolün tabi buradaki payı çok büyük.
Kısacası Ripley; Andrew Scott'un olağanüstü performansı, uyarlandığı eser temelinde seyirciye sunduğu hikayesi, sinematografi ve muhteşem noir atmosferi ile son dönemin en başarılı işlerinden biri olarak karşımıza çıktı.
Adeta bir başyapıt. Andrew Scott'a sevgilerle...