Yolum düşerse giderim deyip görmeyi sürekli ertelediğim yerlerden biriydi Kaynarca.
Eğer Erdoğan Kantürer beyin kitabını(*) okumasaydım, konuştuğum restoran sahibiyle o sohbeti yapamaz, tanıştığım sevimli rehberime değirmenlerin yerini soramaz, suyun geldiği yerleri merek edemez, fasulyesini, mercimeğini öğrenemezdim. Bir yeri sevmek bilgi işi. Ama sevmek sadece bilgiyle olmuyor. Gidip yaşamanız lazım. Kaynarca Kırklareli'nin yakınında, Pınahisar'ın bitişiğinde bir vaha. Çimento Fabrikasının o dev bir makinayı andıran görüntüsü yanında size başka bir dünya daha olduğunu hatırlatan, masum bir güzellik...
Karnımız acıkmış, önce bir şeyler atıştırmamız lazım. Sizi karşılayan restoran sahibinden iyi donatılmış bir masa değil beklentiniz. Ama o sipariş ettiğiniz basit şeylerin yanına kendiliğinden ilaveler de yapıyor. Yemeğimizi yerken yanı başınızda yukarıdan büyük bir gürültüyle akan şelalenin sesi size Kaynarca'da olduğunuzu kendi diliyle anlatıyor, yemek yediğiniz bahçeye unutulmayacak anılar katıyor.
Yemeğin süresini kısa tutup ayrılmak zorundayız. Hesabı ödeyip suyun keşfine çıkıyoruz. Öğrendiğimiz ilk yer Cami'nin yanındaki havuz. Kaynaklardan biri burada. Suyu bir kanalla başka bir kaynakla birleşiyor. Yürürken bize yardımcı olan güler yüzlü rehberimizin götürdüğü ikinci kaynak onun çok yakınında, şadırvanı andıran bir yerden akıyor, önündeki minik havuzu doldurup camiden gelen kaynakla birleştikten sonra kasabanın içinde başlayan uzun yolculuğuna çıkıyor. Böyle beş ayrı yerden geliyor sular. Cami havuzundan gelen su içilmiyor ama şadırvanın suyunu insanlar akşamları kaplarla evlerine taşıyorlar, isterseniz çeşmede asılı duran maşrapayı kullanarak da tadına bakabiliyorsunuz.
Ama benim aklım hala değirmenlerde. Çünkü Kaynarca halkının bu değirmencilerle oldum olası dertleri olmuş, okudum biliyorum. (**) Ama bu mesele kapanmış anlaşılan. Suyun gücü taş değirmeni döndürmeye yeterken burada hayatın akışına kendi ruhunu da katmış. Kaynarca'nın ilginç hikayesi suyun bu sihrinde gizli. Buranın tarihi suda yaşıyor, onunla evriliyor, kasabanın hayatı oluyor. Yakındaki çimento fabrikasının bir masal canavarını andıran görüntüsü yanında ona aldırmadan akıyor, yeşeriyor, uzuyor.
Kasabada yaşayan tek değirmeni buluyoruz. Meydanın az ilerisinde hala suyun gücüyle taşları dönmeye devam eden kulübeye benzeyen bu küçük bina bir masal kahramanı gibi kalmış. Değirmenin içinden geçen su mısır tanelerini una dönüştüren taşı döndürüyor, binanın önünden bir çağlayan hızında fışkırarak kanala doluyor ve bahçelerin içinden geçerek uzaklaşıyor. Kanallardan akan kaynak sular sonra bahçelerdeki sebzeleri yeşertiyor, çoğaltıyor, hayatı besliyor.
Kaynarca'da gördüğüm bu masalımsı hayat şiirsel bir ahenk içinde devam ederken başka şeyleri de düşünmeden edemiyor insan. Pekiyi gençler nerede? Kasabada gördüğüm çoğu kişi yaşlı, meydanda kendisinden fasulye ve mercimek aldığım Mustafa bey gibi. "Yaşınız kaç?" diye sorduğumda gülerek yanıtlıyor. Sağlıklı ve dinç kalmayı hala serasında çalışmaya borçlu. Kendi mahsulleri ile övünüyor haklı olarak. Aldıklarımı tartarken avucunda kalanları da torbaya katmasını, almaya niyetlendiğim kavunlar için "suludur ama tatları pek yok" derken kanıtladığı dürüstlüğünü unutmam mümkün değil.
Pekiyi, hala aklımı kurcalayan, mırıldanır gibi akan suyun anlatmak istediği, ters giden şey ne? Bütün bu masalımsı dünyanın büyüsünü bozacak, gördüklerimi tersine etkileyecek korktuğum şey ne?
O da başka bir yazının konusu.
(*) Bir Trakya Destanı Tearos, Ağustos 2020, Arcadia Yayınevi Lüleburgaz.
(**) Erdoğan Kantürer’in kitabı aslında yaşamları toprağa bağlı halkla suyun gücünü kendi ellerinde tutmaya çalışan değirmenciler arasındaki kavganın hikayesidir ve bu hikaye aslında bir insanlık tarihidir. Kitap bu gözle okunmalı. Kaynarcadaki mücadelenin nasıl bittiğini öğrenmek isteyenlere bu kitabı okumalarını tavsiye ediyorum.